Bu makale ilk olarak 10-16 Haziran 2013 tarihleri arasında yapılan 11.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi'nde Alper TURHAN ve Hakan ARIDEMİR tarafından sunulmuş, kongre yayınında yayımlanmıştır.
1.
Giriş
1517 yılından 1.Dünya Savaşı
sonuna kadar Osmanlı hâkimiyetinde olan günümüz Suriye toprakları, 1.Dünya
Savaşı sonrası dönemde Fransa’nın Orta Doğu’daki manda yönetimine bırakılmıştır.
Bölgede tesis edilen manda yönetimi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki
ilişkiler, Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasına kadar mandater
devlet olan Fransa üzerinden yürütülmüştür. Bu dönemde ilişkiler, Türkiye ve
mandater devlet olan Fransa ile Milletler Cemiyeti Teşkilatı arasında gerçekleşmiştir.
Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreçte ise ilişkiler,
Suriye’nin Türkiye’ye karşı olan tarihsel önyargıları etrafında şekillenmiş ve
Büyük Suriye ideası çerçevesinde çatışmacı bir algı ile başlamış, toprak ve su
rejimi konusunda karşılıklı itilaflar ve Suriye’nin uluslararası teröre katkı
ve desteğinin yarattığı ortamda gelişmiştir[1].
Türkiye Suriye
ilişkilerinin analiz edildiği bu çalışmanın temel varsayımı, iki ülke ilişkilerinin,
20. ve 21. Yüzyıllarda oluşan tüm uluslararası sistemlerin yapısına paralel
olarak gelişim gösterdiğidir. Böylesine bir durumun oluşmasının temel nedeni,
iki ülkenin, değişen her uluslararası sistemdeki farklı konumlarından
kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, ilişkilerde çatışma sürekliliğini beraberinde
getirmiştir. Bu durum sadece bir tek dönemde istisnai bir görünüm
sergilemiştir. 1999-2010 yılları arasında yaşanan dönemde ilişkilerdeki
çatışmacı karakter yerini işbirliğine bırakmıştır. İlişkilerin karakterinde
meydana gelen bu değişim, aslında yine uluslararası sistemdeki değişimin iki
ülke ilişkilerine yansımasından kaynaklanmıştır.
2.
Soğuk Savaş Öncesi Dönem
Kurtuluş Savaşı
sırasında belirlenen Misak-i Milli’de Türk toprağı olarak kabul gören Hatay
bölgesi, tıpkı Musul ve Kerkük gibi 1.Dünya Savaşı sonrası Türkiye
Cumhuriyeti’ne dâhil edilememiştir[2].
Bu durumun çeşitli sebepleri olsa da dönemin uluslararası sisteminin böyle bir
duruma imkân tanımamış olması ve revizyonist bir dış politika görünümü
sergilemekten kaçınmasından dolayı Türkiye’nin, bu bölgelerle ilgili tasarruflarını
ertelemek zorunda kalmasıdır.
1.Dünya Savaşı
sonrası uluslararası sistem, bir daha benzer yıkıcılıkta bir savaş yaşanmaması
amacıyla çatışmadan uzak, dünya çapında barışın hâkim kılınmasının arzulandığı,
idealist bir yapı içinde oluşmuştur. Uluslararası sistemin bu idealist yapısı,
geleneksel liberal ve idealist felsefi teorilerin uluslararası ilişkilere
uygulanması ile ortaya çıkmıştır[3].
Oluşturulan bu uluslararası yapı, felsefi teoriler ile birlikte dönemin Amerika
Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’un kendi adıyla anılan 14
maddelik, dünya çapında çatışmadan uzak, barış içerisinde bir düzen kurulmasını
amaçladığı prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Bu sebeple daha önce benzeri
olmayan uluslararası bir kurum Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. MC ile
ortaya çıkan uluslararası sistemde Dünya, 2.Dünya Savaşına kadar çatışmadan
uzak bir dönem geçirmiştir.
İki Savaş Arası
Dönem olarak adlandırılan iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde iki ülke
ilişkileri, bu kabuller çerçevesinde ilerlemiştir. Belirtilen bu dönem içerisinde
Suriye’de mandater devlet olan Fransa ile manda yönetimi olan Suriye arasında
imzalanan bir antlaşma Türkiye’nin dikkatini çekmiştir[4].
Paris’te, Fransa ile Suriye arasında 25 yıllık bir süre için parafe edilen Dostluk
ve İttifak Antlaşması’na göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşmuş
olacak ve MC üyeliğine aday olabilecektir[5].
Söz konusu antlaşma gereğince Türkiye tarafından Misak-i Milli içerisinde olan,
Suriye tarafından da Büyük Suriye ideasında yer alan İskenderun Sancağı (Hatay
bölgesi), Suriye yönetimine devredilmiş ve İskenderun Sancağının geleceğinin
Suriye lehine olacağı belli olmuştur. Durumun bu şekilde Türkiye’nin aleyhine
olması ve bölgede yaşayan Türk halkının gelecekteki durumundan dolayı konu
Türkiye tarafından hassasiyetle ele alınmıştır. Bu şekilde her iki ülke tarafından
da milli bir dava olarak kabul gören İskenderun Sancağı, Hatay Sorunu olarak
ikili ilişkilerdeki ilk sorun alanını oluşturmuştur.
İki Savaş Arası Dönemde
itilaflı ilişkilerin çözümünde çatışmacı bir yol izlemenin imkânının
olmamasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de paralel olacak
şekilde konu dönemsel şartlara uygun şekilde ele alınmıştır. Bu sebeple Hatay
Sorunu, bölgesel iki ülke ülkenin sorunu olarak iki ülke arasında kalmamıştır.
Bu çerçevede Türkiye, sorunu önce Fransa ile müzakere etmiş ardından MC’ ye
taşıyarak uluslararası sistemin yapısına uygun davranmıştır. Dönemin şartlarına
uygun olan politikalar sayesinde de Türkiye, sorunun çözümünde istediğini
alabilmiştir.
3.
Soğuk Savaş Dönemi
2.Dünya Savaşından
sonra Avrupa’nın ağır yıkımı neticesinde uluslararası sistem Avrupa merkezli
olmaktan çıkmış, savaşın gidişatını belirleyen iki güç ABD ve Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği (SSCB) savaştan güçlenerek çıkmışlardır. Birbirlerine
rakip olan bu iki güç arasında uluslararası sistem; ABD öncülüğünde Batı Bloğu,
SSCB öncülüğünde de Doğu Bloğu olacak şekilde iki kutuplu bir hal alarak, Soğuk
Savaş Dönemine geçiş yapmış, uluslararası sistemde de yeni bir dönem başlamıştır.
Oluşan bu yeni sistemde Türkiye Batı Bloğunda, Suriye ise Doğu bloğunda yer
almıştır. Bu farklılık iki ülke ilişkilerinde Soğuk Savaş Döneminde belirleyici
unsur olmuş, ilişkiler bu zemin üzerine kurgulanmıştır.
Suriye yönetiminin
SSCB ile ilişkileri neticesinde, SSCB’nin Suriye üzerinden artan Orta Doğudaki
varlığı başta Türkiye olmak üzere Batı Bloğunda rahatsızlık yaratmıştır.
Osmanlı Döneminden itibaren gergin olan Türk-Rus ilişkileri, Bolşevik Devriminden
2.Dünya Savaşına kadar sorunsuz geçmiştir. Ancak bu dönem içerisinde SSCB’nin
içteki sorunlarını çözüp, 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin başat
iki aktöründen biri olması ilişkilerin yeniden gergin bir hal almasına neden
olmuştur[6].
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’nın
ülkeden çekilmesiyle birlikte tam bağımsızlığına kavuşan Suriye’de uzun süre siyasi
istikrar sağlanamamıştır. 1945-1949 arasında
nispeten sakin geçen Suriye siyasi hayatı, 1949’dan itibaren tam bir karışıklık ve düzensizlik içine
girmiştir.
1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç hükümet darbesi, 21 hükümet değişikliği olmuş ve bu arada iki askeri
diktatörlük kurulmuştur[7]. 14 Ağustos 1949’da başlayan süreçte aynı yıl içinde 20 Aralık’a kadar art arda
üç askeri darbe yapılmıştır.
20 Aralık 1949’daki üçüncü darbenin başı
olan Albay Edip Çiçekli, Albay Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Çiçekli iktidarı öncekilere
göre biraz daha uzun sürse de 1954 yılında gerçekleşen askeri darbe ile yönetim el
değiştirmiş ve Suriye yönetiminde BAAS
Partisi’nin ön plana çıktığı
süreç başlamıştır[8]. Bu gelişmede BAAS’ın 1955’ten itibaren Mısır devlet başkanı Nasır’ı
desteklemeye başlaması
büyük rol oynamıştır.
Süveyş Buhranı
sırasında Suriye, hem BAAS Partisi tarafından hem de muhafazakâr kesimle
birlikte Mısır’ı desteklemiştir[9]. Nasır, büyük devletlerin
Orta Doğu’daki
komünizm tehlikesini önlemek amacıyla kurduklarını söyledikleri savunma
düzenine karşı
olmuş ve SSCB
ile yakın ilişkiler
kurmuştur.
Aynı çerçevede Suriye Hükümeti de Nasır’ın bu
politikasına paralel SSCB ile ilişkilerini
geliştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanıyarak
dönemin koşulları
altında yapmış
olduğu bu
hamlelerle tarafını da seçmiştir. SSCB odaklı Orta Doğu’da yaşanan yeni gelişmeler iki
ülke ilişkilerinde yeni bir sorun alanını ortaya çıkartmıştır. Suriye’de bu
dönemde değişen siyasi algı, Türkiye karşıtlığına çift kutuplu sistemin karşıt
unsurluğunu da eklemiştir.
Tarihsel olarak gergin ilişkileri
olduğu SSCB’nin güney komşusunda artan etkisi ve coğrafik olarak Sovyet
kuşatması altına girmekten rahatsız olan Türkiye, SSCB’nin özelde Suriye
politikasını, alt bölge olarak da Orta Doğu bölge politikasını uluslararası
ortama taşıyarak konunun sistemsel bir sorun olduğunu kabul etmiş ve çözüm için
salt iki ülkeyi değil uluslararası sistemin bütnünü devreye sokmaya
çalışmıştır.
Bu şekilde ortaya
çıkan ve 1957 Türkiye-Suriye Krizi olarak adlandırılan bu olay ile Türkiye,
Suriye ile tekrar bir çatışma ortamını yaşamıştır. Ancak bu çatışma ortamı,
sistemsel bir çatışmanın mevzisi olmuştur. Çünkü SSCB’nin Suriye üzerinden Orta
Doğu’ya açılma stratejisi o zamana kadar Orta Doğu’da etkin olan Batı Bloğunu
endişelendirmiştir. Orta Doğu jeopolitiğinde SSCB’nin varlığını kendi çıkarları
açısından tehdit olarak kabul eden Batı Bloğu, Türkiye’nin yanında yer
almıştır. Türkiye ile Suriye arasında bir sorun olarak başlayan 1957 Krizi,
gerek sorun alanının yaşandığı coğrafyadan gerekse iki kutuplu sistemin
özelliklerinden dolayı iki ülke arasında bir çatışma ortamı olmaktan çıkmış,
uluslararası sistemin başat güçlerinin karşı karşıya geldiği sistemsel bir
sorun alanı haline gelmiştir. Böylesine bir hal alan bu sorunun çözümü sistemin
belirleyici aktörlerinin anlaşması ile gerçekleşmiştir.
Orta
Doğu alt bölgesinde Soğuk Savaş Dönemi koşullarına uygun şekilde ilişkilerini
mesafeli bir şekilde sürdüren her iki ülke, 1960’lı yıllardan itibaren tekrar
yeni bir sorun ile karşılaşmıştır. Bu sefer doğal kaynaklar üzerinden başlayan
bu sorun iki ülke ilişkileri ile sınırlı kalmamış, Orta Doğu bölgesinin başta
gelen sorun alanlarından biri olmuştur. Bölgede hızla artan
nüfus, doğal
kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış,
yaşanan
istikrarsızlıklar ile optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su
kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir[10].
Orta Doğu bölgesi
için su hayati öneme sahip bir kaynaktır. Coğrafik konumu nedeniyle kurak
dönemler geçiren bölgede su kaynakları stratejik önem taşımaktadır. Bölge
coğrafyasında Türkiye, bölgenin kuzeyini oluşturmaktadır. Diğer bölge
ülkelerine oranla da daha fazla su kaynağına sahiptir. Asi Nehri haricinde
diğer su kaynaklarının akış yönünün kuzeyden güneye olmasından dolayı Türkiye,
bölge ülkeleri için kaynak ülke olmaktadır. Türkiye kaynaklı suyun paylaşımı
bölge ülkelerinde farklı yorumlanmış, bu farklılıkta beraberinde Orta Doğudaki
Su Sorununu ortaya çıkartmıştır. Suyun paylaşımı üzerinden kaynaklanan bu sorun
alanı zamanla Türkiye ile Suriye ve Irak arasında tartışmalara yol açmıştır. Suyun
sorunlara neden özelliği: Orta Doğu bölgesinin stratejik karakteri ile kısmen
de suların coğrafik konumundan kaynaklanmaktadır[11].
Soğuk Savaş
Döneminde ortaya çıkan su sorunu, taraflar arasında açıkça bir çatışma alanına
neden olmamıştır. Böyle bir çatışmanın olmama nedeni; iki ülkenin çift kutuplu
sistemde karşıt kutuplarda yer alması ve kutuplar arası alt bölgelerde blok
üyelerinin çatışmasına genel sistem yapısının imkân tanımamasından kaynaklanmıştır.
Çift kutuplu sistemin, alt bölgelerde böyle bir sıcak çatışmaya imkân vermemesi
nedeniyle çatışmalar, dolaylı olarak farklı konular üzerinden uygulanan
politikalar ile oluşmuş, bölgede Soğuk Savaş su üzerinden de yaşanmıştır. Bu
nedenle su sorunu kaynaklı terör sorunu iki ülke arasında ortaya çıkan bir
diğer sorun alanıdır.
Suriye’nin 1957
Krizi’ne sebebiyet verecek düzeyde SSCB ile yakın ilişki içerisine girmesi,
Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam etmiştir. Suriye, SSCB’den gördüğü büyük
destek ve aldığı yardımlar ile Türkiye karşıtı politikalarını uzun yıllar sürdürme
imkânını bulmuştur[12].
Suriye’nin Türkiye karşıtı bu politikalarının başında da kuşkusuz terör örgütü
PKK’ya olan desteği ve sağladığı imkânlar gelmektedir. Türkiye’ye göre
Suriye’nin böyle bir politika izlemesinin nedeni, çift kutuplu sistemin yapısı
da göz önünde tutularak, açıkça bir çatışma ortamına girmeyi göze alamamasından
kaynaklanmaktadır[13].
Konunun, ikili ilişkiler ve uluslararası sistem boyutunun farkında olan
Türkiye, uluslararası sistemin yapısından dolayı bu politikalara direk
müdahalede bulunamamış, sorunun kendisiyle uzun yıllar uğraşmak zorunda
kalmıştır. Bu uğraşta Türkiye’nin uzun yılları istikrarsız geçirmesine, tüm
gücünü iç meselelere yoğunlaştırmasına ve büyük maddi kayıplar yaşamasına neden
olmuştur.
4.
Soğuk Savaş Sonrası Dönem
Soğuk Savaş
Dönemini tümüyle çatışmacı bir ortamda sürdüren Türkiye ile Suriye ilişkileri,
Soğuk Savaş’ın, SSCB’nin dağılmasıyla bitmesine rağmen Soğuk Savaş algısının
ilişkilerdeki yansımalarını ortadan kaldıramamıştır. Bu nedenle 1991’de son
bulan Soğuk Savaş Dönemi, Türkiye Suriye ilişkilerinde aynı tarihlerde sona
ermemiştir. İlişkiler, Soğuk Savaş algısıyla aynı çatışmacı ruhla ve başta
terör sorunu olmak üzere aynı sorunlar etrafında devam etmiştir. Ancak
Suriye’nin bu çatışmacı ortamı sürdürmesine destek olan gücün ortadan kalkması
ve benzer bir desteği verecek başka müttefikinin olmaması Türkiye ile Suriye’yi
karşı karşıya bırakmıştır. Artık bu aşamadan sonra ilişkilerde belirleyici
unsur iki ülkenin kapasiteleridir. Çünkü uluslararası sistem bir değişim yaşamış
ve çift kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Uluslararası sistemin bu şekilde bir
değişim yaşaması sonucunda Suriye, Orta Doğu’da büyük bir destek kaybına
uğramış ve yeni oluşan uluslararası sistemin dışında kalmıştır.
Geçte olsa değişen
sistemin farkına varan Suriye yönetimi, Türkiye’nin sıcak çatışmayı göze alan
tavrının net olmasından ve uluslararası sistemin Türkiye lehine olmasından
dolayı da uzun yıllardır sürdürdüğü terör kartından vazgeçmek zorunda kalmıştır.
Yapılan Adana Mutabakatı ile de Suriye’nin teröre destek vermeyeceği resmiyet
kazanmıştır. Bu mutabakat çerçevesinden uzun yıllar Şam’da ikamet eden Abdullah
Öcalan; Şam’dan çıkarılmış, Kenya’da
yakalanmış, Türkiye’ye getirilmiş ve yargılanmasına
kadar giden süreç başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile de Türkiye,
yaşadığı terör sorununda önemli ilerlemeler kaydetmiştir.
1998
yılında yapılan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkileri Soğuk Savaş
Dönemini geride bırakmıştır. Çatışmacı ilişkilerin sona erdiği bu dönemde, Suriye’de
bir değişim daha yaşanmıştır. Bu değişim, Hafız Esad’ın ölümü ve yerine küçük
oğlu Beşşar Esad’ın gelmesidir. 1970 yılından itibaren Suriye’yi bir fiil
yöneten Hafız Esad’in siyasi çizgisi ve politikaları, Sosyalist Arap
Milliyetçileri ile benzerlik taşımış, tarihsel önyargılar ile de Türkiye karşıtlığı
içermiştir[14].
Hafız Esad’ın bu algısı, ilişkilere lider faktörü üzerinden olumsuz olarak
yansımıştır. Beşşar Esad’ın Suriye’nin yeni lideri olması sadece Türkiye’de
değil tüm Dünyada olumlu beklentilere neden olmuştur. Batıda aldığı eğitiminden
dolayı kendisinden reformist bir lider portresi beklentisi yüksek olmuştur.
Aslında Beşşar Esad, kendisinden beklenen bu çizgiyi iktidarının ilk yıllarında
göstermeye çalışmış ve 2005 yılında Şam Baharı olarak adlandırılan
demokratikleşme sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç nihai aşamaya gelemeden
son bulmuştur[15].
Türkiye’nin Hafız Esad’ın
cenaze törenine Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı Beşşar Esad yönetimi
tarafından olumlu karşılanmış ve bu çerçevede yeni dönemde Türkiye ile olan
ilişkilere eski dönemin aksine önem verme arzusu ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu
önem, bölgesel ve küresel diğer gelişmeler neticesinde Suriye için daha fazla
anlam taşımıştır.
11 Eylül 2001
tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları, uluslararası sistemde yeni bir dönüşüme
neden olmuştur. ABD’nin kendi topraklarına yapılan bu saldırının karşılığını
Afganistan’da vermesi, bölge ve Dünya politikalarını derinden etkileyen gelişmelere
yol açmıştır. Ekim 2001’de Afganistan’a, ardından Mart 2003’te Irak’a yapılan
harekâtlar, öngörülen sonuçlara ulaşamamış, aksine büyük bir belirsizliği
beraberinde getirmiştir. Bu durum ABD’nin gücüne ve prestijine darbe vurmuştur.
ABD’nin içine düştüğü bu durum, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçiş sürecini
de beraberinde getirmiş, özellikle bölgesel güçlerin yükselişinin önünü
açmıştır. Ortaya çıkmaya başlayan bu bölgesel aktörlerden birisi de Orta Doğu
bölgesinde Türkiye olmuştur. Irak işgali sürecinde Türkiye’nin işgale karşı
olan tavrı, Orta Doğu’da Türkiye’nin prestijini artırmıştır.
ABD’nin saldırgan
politikalarında Suriye de hedefte olan ülkeler arasında yer almıştır. Dönemin
ABD Başkanı George W. Bush’un şer ekseni olarak adlandırdığı ülkeler bloğuna
(Kuzey Kore, İran, Irak) Suriye de dâhil edilmiş ve ileride gerçekleşmesi
muhtemel Suriye karşıtı politikaların işareti verilmiştir. Suriye’nin ABD
tarafından bu şekilde değerlendirmesinde Beşşar Esad’ın işgal sürecindeki
Irak’a dönük politikaları ve Hafız Esad döneminden itibaren Orta Doğu’daki diğer
sorunlu konulara dönük ABD karşıtı politikalar etkili olmuştur. Suriye
yönetimindeki algı, ABD’nin Irak’ta yenileceği ve başarısız olacağı yönünde oluşmuştur.
Bu sebeple Irak’ta ABD karşıtı politikalar yürütmüştür.
11 Eylül sonrası
dönem, Suriye için her anlamda sıkıntılı bir dönemi başlatmıştır. Suriye
bölgede dâhil olduğu her konuda sorunlu taraf olarak algılanmış ve Batı
tarafından bölge istikrarına tehdit olarak görülmüştür. Komşusu Lübnan’da
yaşanan gelişmeler Beşşar Esad Suriye’sine en sıkıntılı dönemi yaşatmıştır.
2005 yılında Suriye karşıtı olan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı
suikast sonucu öldürülmesinde Suriye yönetimi birinci sorumlu olarak kabul
edilmiştir. Bu nedenle de Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve etkisi ciddi
anlamda sorgulanmış ve Birleşmiş Milletlerin (BM) aldığı karar neticesinde Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da var olan askeri
varlığına son vermek zorunda kalmıştır[16].
Beşşar Esad
iktidarında bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan tüm gelişmeler, Suriye
için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartırken aynı dönemlerde Türkiye için ise
gelişmeler olumlu yönde oluşmaya başlamıştır. Tarihinin en büyük ekonomik
krizinin ardından toparlanma sürecine giren Türkiye, Kasım 2002 seçimleri
sonrası ise koalisyon dönemlerini geride bırakıp Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak
Parti) Hükümetleri dönemini yaşamaya başlamıştır. Ak Parti Hükümetleri
döneminde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik olan politikalarında ve algısında bir
değişiklik yaşamış ve Türkiye’nin bölgeye olan yabancılaşmasını sona erdirecek
politikaları uygulamaya başlamıştır. Hafız Esad sonrası Beşşar Esad dönemiyle
başlayan Türkiye Suriye yakınlaşması Ak Parti Hükümetleri tarafından, Komşularla Sıfır Sorun Politikası
çerçevesinde daha da ilerletilmiştir.
Karşılıklı ulusal
ve bölgesel çıkarlar sebebi ile ilişkilerinde yumuşama dönemine geçiş yapan iki
ülke ilişkileri, 2000’li yılların başından itibaren artan bir ivme ile
gelişmeye devam etmiştir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikasının ilk
yansımaları da Suriye ile olan ilişkilerde kendisini göstermiştir. Suriye,
Türkiye için hem Orta Doğu’ya açılan kapı konumundadır hem de Komşularla Sıfır
Sorun Politikasının ilk uygulama yeri ve olumlu sonuçlar alınan ülkesidir. Bu
sebeplerle gelişen ilişkiler her iki ülkeye de önemli kazanımlar sağlamıştır.
2000’li yılların
ilk 10 yılında ilişkilerini sürekli geliştiren iki ülke, bu süre içinde
ilişkilerde yumuşa döneminden işbirliği dönemine geçiş yapmıştır. Yumuşama ve
işbirliği dönemlerinde ilişkilerde, önemli adımlar atılmış, ekonomik ve siyasi
konularda çok sayıda işbirliğini temel alan antlaşmalar imzalanmıştır. Bu
antlaşmalar içinde siyasi olarak, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi
(YDSİK) başı çekmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde iki ülke biri Türkiye’de
biriside Suriye’de olmak üzere iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı
gerçekleştirmiştir. Ekonomik olarak ise yapılan çok sayıda antlaşma ile
karşılıklı ticari bağlar artmıştır. Asi Nehri üzerinde yapımına başlanan baraj
ile de ortak ekonomik yatırım olarak değerlendirilebilecek bir projede ortaya
çıkmıştır. Geçmişinde su konulu sorun alanı olan iki ülkenin yine su üzerinde
böyle tasarrufta bulunulması da ikili ilişkilerde gelinen işbirliği döneminin
önemli bir göstergesi olmuştur.
Türkiye ve Suriye
arasındaki ilişkiler, uluslararası sistemin 11 Eylül sonrası değişen yapısına
paralel olarak çatışma üzerinden değil yumuşama ve işbirliği olarak kendisini
göstermiştir. Oluşan bu yeni sistem içinde Türkiye ve Suriye daha önceki
sistemlerin aksine karşıt bloklarda yer almamış, bu durum da ilişkilerdeki
yumuşama dönemini başlatmış, iki tarafından yeni düzen içerisinde birbirlerine
verdiği karşılıklı önem ve değişen algıları ile de işbirliği dönemine geçiş
yapılmıştır.
5.
“Arap Baharı” Sürecinin İki Ülke
İlişkilerine Etkisi
Tarih boyunca
görülmemiş yumuşama ve sonrasında işbirliği dönemini yaşayan iki ülke,
ilişkilerde yeni bir kırılma noktası ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu
kırılma noktası yine uluslararası sistemin bütününü etkileyen gelişmelerin
ikili ilişkilere yansıması şeklinde gerçekleşmiştir. 2010 yılı Aralık ayında Kuzey Afrika’da başlayan protesto
hareketleri ve gösteriler, geniş kitlelere ulaşmış ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen, ülkelerinde iktidarları
nispeten kansız olaylar sonucunda değiştiren halk eylemleri ve protestolardır.
Bu halk hareketleri; Tunus’ta başlamış, öncesinde tüm Kuzey Afrika ülkelerine
ulaşmış, akabinde Mısır’da gösterilere ve iktidar değişimine neden olmuş daha
sonrasında ise olaylar Suriye’ye sıçramış ve Suriye’yi iç savaşa kadar götüren
olayların başlangıcı olmuştur.
Kuzey Afrika ve
Orta Doğu ülkelerinde yaşanan bu olaylar, göstericilerin isteklerine ulaşması
ve uzun yıllardır iktidar olan yönetimleri devirip, değiştirmesi ile 21.
yüzyılda Orta Doğu’nun değişim dalgası olarak tanımlanmıştır. Tunus’ta başlayan
“Arap Baharı’nda” Türkiye, bölge politikalarını revize etmek durumunda
kalmıştır. Yaşanan olaylarda Türkiye, desteğini iktidarlara değil, değişim
arzusundaki halklara vererek “Arap Baharı” Sürecinde ve Sonrasındaki Orta Doğu
politikasını bölgenin değişimi üzerine belirlemiştir. Bu çerçevede Türkiye;
göstericilerden yana tavır almış, barışçıl gösterileri desteklemiş, ilgili
muhataplarına halkın isteklerine kulak verme çağrısında bulunmuştur. Libya’da
ise Muammer Kaddafi’nin direnmesi sonucu ülke içinde ortaya çıkan çatışma
ortamına son vermek amacıyla BM kararı ile oluşturulan uluslararası koalisyonun
bir parçası olarak ülkeye askeri müdahalede yer alarak olayların muhalifler
lehine sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.
“Arap Baharı’na” bu
şekilde yaklaşan Türkiye için bu süreçte sorunlu konu, olayların Mart 2011’de
Suriye’de de kendini göstermeye başlaması olmuştur. Çünkü mevcut Beşşar Esad
yönetimi ile ilişkiler, ilişkilerin tarihinde hiç görülmemiş bir işbirliği
dönemi yaşanmaktaydı. Türkiye, genel olarak “Arap Baharı’na” endeksli yeni Orta
Doğu politikası ile Komşularla Sıfır Sorun Politikasının olumlu sonuç verdiği
Suriye politikası arasında kalmıştır. Türkiye için bu aşamadan sonra seçim
yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi bir yaklaşım ile Türkiye, bu
durumda ülke politikasını bölge politikalarına tercih etmemiş, büyük resme
odaklanıp bölge politikasına önem vermiştir. Bu nedenle de Türkiye, Suriye
politikasında tekrar bir değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. Bu değişiklikte
beraberinde iki ülke ilişkilerinde kronik olarak var olan çatışma ortamını
tekrar ortaya çıkartmıştır.
Türkiye Suriye
ilişkileri, değişen bölge yapısına paralel yeniden değişim yaşamıştır. Soğuk
Savaş Sonrası Dönemde ilişkilerde geçte olsa çatışma ortamını geriden bırakan
iki ülke ilişkileri, yeniden sistemsel bir değişimi ilişkilerinde yaşamıştır. “Arap
Baharı’nı” farklı algılayan Türkiye ve Suriye, bu farklılık neticesinde oluşan
kutuplaşmalarda yine karşıt bloklarda yer almıştır. Türk yetkililer, Suriyeli
muhataplarına işbirliği döneminde ülkede gerekli olan demokratikleşme
adımlarını atmasını önermiştir[17].
Bu öneri, 2010 yılı ve öncesinde ilişkileri gerginleştirecek bir önemde olmamıştır.
Ancak “Arap Baharı” ile değişen Orta Doğu sisteminde benzer görüşleri dile
getirmek, Dünyada Orta Doğu merkezli oluşan yeni kutuplaşmada taraf olmak
anlamına gelmiştir.
Türkiye, olaylar
Suriye’de başladığında ilişkileri hemen kesmemiştir. İlişkilerin iyi olması
sebebiyle Suriye’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bizzat gitmiş, Beşşar Esad
ve diğer üst düzey yetkililerle konuları görüşüp, gerekli adımların atılması
konusunda önerilerde bulunmuş ve bunların yerine getirileceği konusunda
muhataplarında karşılık almıştır. Ancak bu durum Suriye yönetimince yerine getirilmemiş,
Ahmet Davutoğlu daha Türkiye’ye dönüş yolunda iken ülke içerisindeki operasyonlara
devam edilmiştir. Suriye’nin bu tavrı Türkiye
nezdinde Suriye’nin samimi olmadığı duygusunu yaratmış ve ilişkilerdeki en
önemli iki kopuştan birisi bu olmuştur. Diğer önemli kopuş ise Doğu Akdeniz’de
eğitim uçuşunu gerçekleştiren Türk Jetinin uluslararası sularda Suriye
tarafından vurularak düşürülmesi olmuştur. Açıkça bir saldırıya maruz kalan
Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarında değişikliğe gitmiş ve tüm sınır
boyunca Suriye askeri manevralarına karşılık verileceğini açıklamıştır.
Türkiye’nin değişen tutumu karşısında Suriye, sınır bölgesindeki askeri
manevralarını azaltmak zorunda kalmıştır.
Uluslararası
kamuoyu genel olarak Suriye’de yaşanan şiddet olaylarına karşı olsa da Suriye’nin;
Rusya, İran ve Çin’den gördüğü siyasi destek nedeniyle net yaptırımlar
uygulayamamıştır. Bu durumda Suriye’deki olayların bir nihayete ulaşamayıp,
ülke içerisindeki istikrarsızlığın uzamasına neden olmuştur. Suriye’nin yine
Soğuk Savaş’taki gibi eski müttefiklerinde aldığı destek nedeniyle Türkiye, tek
başına Suriye’ye karşı bir tasarrufta bulanamamıştır. İçerisinde bulunduğu Batı
merkezli uluslararası sistemden aradığı desteği de tam olarak göremeyen
Türkiye, bir kez daha uluslararası sistemin başat aktörlerinin bölge
politikaları arasında Suriye ile çatışma ortamında kalmıştır. Bölge hassasiyeti
ve çok boyutlu ilişkiler sebebiyle çatışma yine açık ve sıcak çatışma ortamında
sürmemektedir. Ancak Suriye yönetiminin zaman zaman Türkiye sınırı boyunca
yaptığı askeri operasyonlar Türkiye topraklarına da yansımaktadır. Atılan havan
topları Türkiye’de yerleşim birimlerine isabet etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşları bu atışlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kendi topraklarına
düşen havan topları ve vatandaşlarının hayatlarını kaybetmesi nedeniyle
Türkiye, Suriye’ye karşı değişen angajman kuralları çerçevesinde askeri olarak
cevap vermiş ve Suriye askeri hedeflerini hedef almıştır. Benzer olayların
devam etmesi ve Suriye yönetiminin Türkiye sınırındaki yerlerde muhaliflere
karşı kullandığı hava füzeleri nedeniyle Türkiye, bu durumu NATO’nun ilgili
maddeleri gereğince ittifakın gündemine aldırmış ve gerekli olan savunma amaçlı
askeri desteğin teminin uluslararası arenada sağlamıştır. Türkiye’nin NATO
nezdinde aldığı bu destek neticesinde savunma amaçlı hava savunma sistemi olan
Patriot füzeleri ittifaka üye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından NATO adına
Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin NATO’dan aldığı bu askeri destek,
Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının uluslararası desteği olduğunun da
bir göstergesi olmuştur.
6.
Sonuç
"Arap Baharı”
ile ilişkilerinde yine 1998 yılındaki gibi askeri imkânların devreye girdiği
bir çatışma ortamı yaşan Türkiye ve Suriye ilişkileri, yaşanan bu gergin ve
çatışmacı kimliğe aslında yabancı değildir. Hatay Sorunu ile başlayan sorunlu
ilişkiler yine sorunlu konular ile devam etmiştir. Günümüzde yaşanan “Arap
Baharı” nedenli sorunlu ilişkiler, tıpkı 1957 Krizinde olduğu gibi yine uluslararası
sistemin başat aktörlerinin kendi aralarında bir çözüme ulaşamaması nedeniyle
sürmektedir. Çözüm de yine bu aktörlerin kendi aralarındaki anlaşmalarına bağlı
olmaktadır. Uluslararası sistemin bütününden bağımsız hareket etme imkânının
olmamasından dolayı da sorunun çözümü Türkiye’nin tek başına inisiyatifinde
olmamaktadır. Bu çözümsüzlük Türkiye Suriye ilişkilerinde yeniden çatışma
ortamının devam etmesine neden olmaktadır.
Alper TURHAN
Hakan ARIDEMİR
Hakan ARIDEMİR
[2] 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa
ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre Hatay Bölgesi, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir
idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan
yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası
geçerli olacaktır.
[3]Tayyar Arı,
(2008), Uluslararası İlişkiler ve Dış
Politika, MKM Yayıncılık, Bursa: s.105
[4] 9 Eylül 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve
Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında
hiçbir hüküm yer almamıştır. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak
üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmiştir.
[5] Adnan
Sofuoğlu, (2005), Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devletinin Kuruluşu ve
Türkiye, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XXI, http://atam.gov.tr/belgeler-isiginda-bagimsiz-hatay-devletinin-kurulusu-ve-turkiye/
[6]Graham E.Fuller, (2011), Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel
Aktör, Timaş Yayınları, İstanbul: s.71
Akademileri Basımevi, İstanbul: s.32
Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara: s.32
[9] Mehmet Gönlübol vd. (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 9.Baskı,
Siyasal Kitabevi, Ankara: s.290
[10] A.Nazmi
Üste, (1998), Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınır Aşan
Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 13 Sayı I, s.231 http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139574589_1.pdf,
[11] Yusuf Karakılçık, (2008),
Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle
Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:4
No 16, ss. 19-56
[13]Zafer Sağlam, (2006), Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik
Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Yüksek
Lisans Tezi, T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik
Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, İstanbul: s.-2-48
[14]Andrew Mango, (1968), Turkey in the Middle East, Journal of
Contempoary History, Vol.3, No.3, The Middle East, ss.225-236
[15]Yasin Atlıoğlu, (2007), Beşar Esad Suriyesi’nde Reform
Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, Tasam Yayınları, İstanbul: s. 36
[16]Osman Bahadır Dinçer,
Gamze Coşkun, (2011), Mayınlı Arazide
Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, USAK Raporları, No 11-04, USAK
Yayınları, Ankara: s.40
[17]Hüsnü Mahalli,
(2012), Orta Doğu’da Kanlı Bahar, Destek
Yayınevi, İstanbul: s.182